Küçük Boşnak Çoban Bayo'nun Rüyası » Boşnak HaberBoşnak Haber

25 Nisan 2024 - 02:26

Küçük Boşnak Çoban Bayo’nun Rüyası

Küçük Boşnak Çoban Bayo’nun Rüyası
Son Güncelleme :

22 Nisan 2022 - 17:18

Son günlerde sık sık aynı rüyayı görüyordu küçük Bayo. Kan ter içerisinde uyandığında, annesinin onu okşayan şefkatli elleri ve “yanındayım” diyen kadife sesi, kendisini ancak teskin edebiliyordu.

Rüyasında; hiç tanımadığı çehreler, onu kollarından yakalıyor ve hiç tanımadığı diyarlara götürüyordu.

Bu gün de yine aynı rüya ile korkarak uyanmıştı. Annesi, “dayına gidelim, o bize bir yol gösterir” dedi. Ortodoks rahip olan dayısına gidip, bu rüyayı anlattılar bir solukta.

Sakin tabiatlı dayısı; “Ya çok kötü, ya çok iyi şeyler bekliyor küçük Bayo’yu” diye yorumladı rüyasını. Sonra dua etti.

Bayo’nun tek hayali vardı aslında. Kıyısında hayvanlarını otlatırken seyrettiği “Drina nehrinde, büyük gemileri yüzdürebilmek ve o gemilerle bilmediği diyarlara gitmek”.

Doğu Bosna Vişegrad’daki Rudo kasabasının Sokholl köyündendi. Köye dönerken, Kosova düzlüğünden geçtiğinde, avazı çıktığı kadar bağırırdı. “Drina, bekle beni, bir gün gemileri yüzdüreceğim”.

1389’da Murat Hüdavendigar’ın, Sırpları Kosova’da diz çöktürdüğünden bu yana 100 yıl geçmişti. Arnavutlar ve Boşnaklar önemli ölçüde “Müslümanlığı” seçmişlerdi. Halk, Osmanlı’nın adaletli yönetimine meyletse de “din değiştirmek” hiç de kolay değildi. Bayo’nun anne tarafından akrabalarından bazıları Müslüman olmuştu. Hatta içlerinde İstanbul’a gidip büyük adam olanlar da vardı. Bazıları da Hristiyanlığı seçmişlerdi. Ama çoğu “Bogomil” inancını muhafaza ediyorlardı. Doğu Bosna “Bogomil” inançlılarının daha yaygın olduğu bölgeydi.

Bayo’nun dayısı da Hristiyanlığı tercih edenlerdendi ve ailenin geri kalanını, sürekli “imana gelmeye” davet eder ve nasihatlerde bulunurdu, adaletten yana kalbiyle.

Bu konuda Bayo’nun “kafası karışıktı”, aslında. Dayısından ders de alıyordu ama, kafası Drina ile meşguldü.

Yine böyle sıradan günlerden biriydi. O sakin adam dayısını, ilk defa bu kadar telaşlı görüyordu. “Hemen hayvanları toplayıp, köye dön” diye bağırıyordu. Neden bile diyemedi. Drina’ya son bir kez baktı…

Köye döndüğünde, köyün her zamankinden daha kalabalık olduğunu ve hiç tanımadığı, gösterişli kıyafetler içinde bir takım adamların, hiç bilmediği bir dilde, sağa sola bağırdıklarını fark etti.

Sokholl köyü için olağanüstü bir gündü.

Köye gelen yabancılar, erkek çocuklara bakıyorlardı. Yok yok bakmıyorlar, adeta kontrol ediyorlardı. Dayısı Bayo’yu tuttu kolundan ve onların tam karşısına sürükledi. “Bunu da alın” dedi.

Adamlar Bayo’ya alıcı gözle baktılar, sağını solunu çekiştirip kontrol ettiler. Bayo zaten uzun boyu, sarı saçları ile hemen dikkat çeken, zeki gözleri ile kendini fark ettiren, bir çocuktu.

Yabancılar “tamam” anlamında başlarını salladılar, defterlere bir şeyler yazdılar. Garip harflerden oluşan bir kağıt parçasını da Bayo’nun dayısının eline tutuşturdular.

Bayo hiçbir şey anlamamıştı. Ama dayısının çok istediği bir şeyin olmakta olduğunu, annesinin ise; ne yapacağını bilmez haliyle, sessizce ağladığını görüyordu.

Akşam olduğunda, yabancılar köyden ayrılıp, ailesiyle baş başa kaldığında, ancak anlayabildi olanları.

Türkler gelmişti köye. Yeni yetme oğlan çocuklarını istiyorlardı. Okutup büyük adam yapacaklarmış.

Ailesinde, dayısı hariç, her kes tedirgindi.

Dayısı, Bayo’nun başına neler gelebileceğini bildiği halde, belki de en çok heveslenenlerdendi. Sülalelerinde “İstanbul’da paşa olmuş” biri de vardı ve başına hiçbir kötülük de gelmemişti.

Ancak annesinin gözyaşları bir türlü dinmiyordu. Sonunda karar verildi. İstanbul’a gidecekti. Türk olacaktı.

Buralarda Türk demek, Müslüman demekti.

Önce Edirne’ye vardılar. Ormanlık bir bölgede, şehre yukarıdan bakan bir yerde, okulları vardı.

Türkçe öğrendi, savaşmayı öğrendi, bir sürü ilimler öğrendi. Müslüman da oldu. Adı artık Mehmet idi. “Sokollu Mehmet” diyorlardı ona. Hem köyünü, hem yeni kimliğini hissediyordu bu isimde.

Gözde bir talebeydi ve hızla yükseldi. 60 koca yıl hizmet edeceği, Osmanlı bürokrasisinde göreve başladı.

Drina hayalleri onu, Osmanlı’nın Deniz Kuvvetleri komutanlığına sürüklemişti. Barbaros’tan sonra hem de.

Sokollu Mehmet üç padişaha başbakanlık-baş vezirlik yaptı, uzun ömründe.

Ailesi, akrabaları, kardeşleri, yeğenleri yanındaydı artık. O, Osmanlıydı ve İstanbulluydu. Avrupa’yı titreten bir devletin iki numarasıydı.

Sokollu, ne Drina’yı unuttu, ne de rüyalarını.

Kudretli Sadrazam; Osmanlı’nın durdurulamaz “kudretine rağmen”, ciddi bir “stratejik sıkışıklık” yaşadığını görüyordu.

-Avrupa’da Kutsal Roma Germen imparatorluğuna/Şarlken’e diz çöktürememişti. Avrupa’da gücü doruk noktasına ulaşmıştı.

-Safeviler, doğuda bir çıbanbaşı gibi, Osmanlının “doğu hinterlandını” tıkıyordu. Osmanlı, kendini besleyecek kaynaklara ulaşamıyordu. Güç, “mekanda kayboluyordu”.

-Ruslar, Asya Müslüman Türk devletlerini, birer birer kontrol ediyor, doğuya ve Kafkaslara doğru ilerliyordu. Tehlikenin kendisine yaklaştığı aşikardı.

-Avrupa devletlerinin güçlü donanmaları, Dünya ticaret dengesini alt üst etmiş ve deniz ticaretini de Osmanlı

hinterlandının dışına taşımıştı. Avrupa zenginleşiyordu.

 

Habsburg hanedanı, Fransızlar dışında neredeyse bütün Avrupa’yı kontrol eder hale gelmiş, Amerika kıtasına yayılmıştı. Viyana demek tek başına Avusturya demek değildi. Bütün Habsburg imparatorlukları, krallıkları demekti. Fransa ve Lehistan Osmanlının yanına çekilmişti, ama kuzeyden Rusların Osmanlı hinterlandına girmekte olduğu da görülüyordu.

Portekiz, İspanya, Hollanda gibi Avrupa devletleri, İstanbul’un fethinden sonra, bambaşka ticaret yolları bulmuşlar, “eski Dünya’nın İpek Yolu-Baharat Yolu gibi, ticaret yollarını” bypass etmişlerdi. Ticaret ve stratejik deniz yolları Osmanlı’nın elinden çıkıyordu. Bu ekonominin çöküşü demekti.

 

Lehistan’a verdikleri güçlü destek, Rusların batıya yayılmasını durdurdu. Ancak Ruslar Asya ve Kafkaslara doğru ilerliyorlardı. Astrahan’a inmişler, bölgedeki Türk ve Müslüman devletleri kontrol altına alıyorlardı.

Diğer yandan, Şiiliği devlet dini haline getiren Şah İsmail, Anadolu Alevi-Kızılbaşlığı üzerinde istediği gibi oynuyor, Osmanlı’nın daha doğuya açılmasının önünü kapatıyordu.

Anlayacağınız Osmanlı “eski Dünya’da kısılmıştı” ve “yeni Dünya’ya açılmazsa” çöküşü kaçınılmazdı.

Sokollu’ya göre, “kilit”; stratejik deniz geçişlerinin yapılması, kara ve deniz bağlantılarının “yeni Dünya’ya” uyumlu hale getirilmesiydi.

Sokollu bu üç projeyi bu nedenle “hayati” görüyordu.

 

1. Mısır’da Nil Nehrini büyük ticaret gemilerinin geçişine elverişli hale getirmek, yani Akdeniz ile Kızıl Deniz arasına bir kanal açmak, Avrupa-Hindistan ticaretini yeniden Akdeniz’e taşımak.

2. Sakarya Nehrini gemi geçişine elverişli hale getirmek, yani Karadeniz ile Marmara Denizi arasında, Sapanca’ya bağlanacak bir kanal açmak.

3. Don ve Volga Nehirlerinin bir birine en yakın olduğu yerde bir kanal oluşturmak ve Karadeniz ile Hazar Denizini bir kanalla bir birine bağlamak, Osmanlı’yı doğuya açmak.

Avrupa’ya hakim olma mücadelesi, bir türlü kesin neticeye ulaşamıyordu. Şarlken, Habsburg hanedanının gücünün zirvesinde olduğu dönemde, Kanuni’nin karşısına çıkmıyordu.

Viyana kuşatması da netice alamadı. Yıllarca süren savaşlar, ekonomiyi de oldukça sıkıntılı vaziyete sokmuştu.

Eski ticaret yolları eskisi gibi kullanılmıyor ve gelir elde etmek güçleşiyordu. Portekiz, Hint okyanusuna hakim olmuş, Yemen’i ayaklandırmış, Açe Sultanlığını işgal etmişti. Açeye yardım, Ümit Burnundan gönderilebildi.

Sokollu; Süveyş ve Sakarya için padişahı ikna edemedi. Ancak Don ve Volga kanalı için olur alabilmişti.

Don ve Volga nehirleri kanalı; Karadeniz donanmasını kolaylıkla Hazar Denizi’ne ulaştıracak, asker ve silah nakli mümkün hale gelecek, Hazar Denizi’nde oluşacak bir donanma ile Safevi “tıkacı” daha rahat aşılabilecekti.

Kanal ile bölgedeki Türk ve Müslüman devletlerle irtibat kurulacak, askeri dayanışma tesis edilip, bölgedeki Rus ilerlemesinin önüne kuvvetli bir bariyer oluşturulabilecekti.

Osmanlı doğudaki Türklerle de irtibat tesis edebilecek, imparatorluğun insan kaynakları güçlendirilebilecekti.

Kanalın yapımına başlandı, bölgedeki Türk ve Müslüman devletler işçi desteği sağlıyordu. Kısa sürede kanalın yarısına yakını kazıldı. Ama Ruslar ve Safevi fitnesi boş durmuyordu.

Kırım hanı Giray, Don-Volga kanalı projesine alınganlık gösteriyordu. Hanlığının stratejik değerinin azalacağı, ticaret yollarının Hazar denizine kayacağı yönünde endişeler duymaya başladı.

Kanalın neredeyse ortasına gelinmişti. Kanalın yapımında kullanılan, Kırım’daki malzeme depolarının yakıldığı haberi ulaştı Sokollu’ya. Yeni malzeme, yeni bütçe demekti. Ayrıca bir yıla yakın gecikmeydi.

Saray, artık kudretli padişahların değil, dış entrikalara bulaşmış, istihbarat teşkilatlarının nüfuz ettiği, “Kiraze hatunların” savaş alanına dönüşmüştü.

“Kime ne anlatabilirim?” diye düşündü Sokollu.

Kendi iktidarlarını düşünenler, yüzlerce yıl sonrasının menfaatlerinin farkında bile değillerdi.

Sokollu Mehmet, Bayo’nun Drina’ya verdiği sözü tutamamıştı. Gemileri yüzdürememişti Drina’da.

Küçük, çoban Bayo’nun rüyası, Osmanlı’nın kurtuluşu olamamış, tarih sayfalarında “hüzünlü bir hatıra” olarak kalmaya mahkum olmuştu.

Küçük Boşnak Çoban Bayo, bizi hiç sorma. Bıraktığından daha da kötü durumdayız.

Kanalları açamadığımız gibi, toprakları bile kaybettik.

Senden bize sadece Kıbrıs kaldı, onun da akıbeti karanlık.

Kaynak: https://adelinasfishta.blogspot.com/2020/07/bayonun-ruyas.html

YORUM YAP